30 Kasım 2018

7 Tepenin 6’nı Üstüne Getirmek

İstanbul'da yaşamak her zaman çocukluk hayalim olmuştu. Bu sebeple tüm üniversite tercihlerimi İstanbul içinde yapmıştım. Üniversite dönemimde ise hayalimi doya doya yaşamak için, boş vakitlerimi tarihi yarım adayı gezerek geçirdim. Günün birinde İstanbul’a olan ilgimin profesyonel iş hayatımda kullanacağımı ise hiç düşünmemiştim.

Gezi fikri, “İK Sizi Dinliyor” toplantılarımızın birinde Pierre Cardin Hilltown Mağazamızda çalışan Yunus Emre Yılmaz’ın “Gülhane Parkı’nı hiç gezmedim” demesiyle ortaya çıktı. Ben de kendisine uygun bir tarihte Gülhane Parkı’nı hatta tüm tarihi yarımadayı gezebileceğimizi söyleyince, diğer markalarımızdan da birer kişinin katılımıyla, bir anda beş kişilik küçük bir gezi ekibi oluştu. Daha önce birçok kişi ile aynı bölgede gezmiştim; ama ilk defa birilerine bildiklerimi anlatacak ve mihmandarlık yapacaktım. Benim için bir ilk olacaktı aslında.

Gezi için uygun gün belirlendikten sonra, arkadaşlarla Eminönü'nün simgesi olan Yeni Cami önünde, saat 09:30'da buluşmak üzere sözleştik. Oradan, tramvay yolunu takip ederek, kısa bir yürüyüşün ardından, tarihi Gülhane Parkı'nın içinde yer alan kahvaltı mekanımıza ulaştık. Mekanın atmosferi ve lezzetli kahvaltılıklarla kendimizi krallara layık bir sofrada hissettik. Ne de olsa uzun süre Osmanlı Sarayı'nın has bahçesiydi burası.

Bir sonraki durağımız Yerebatan Sarnıcı ya da halk arasında bilinen adıyla, Yerebatan Sarayı oldu. Evliya Çelebi seyahatnamesinde, o dönemde sarnıcın üstünde yer alan ahşap evlerin bodrum katlarından, sarnıcın içine olta sallandırarak balık tuttuklarını nakleder. Şehrin en yüksek noktalarından birinde yer alan bir evin bodrum katından balık tutmak…Gerçi söz konusu şehir İstanbul ise hiçbir şey için hayret etmemek lazım. Şu an her ne kadar restorasyonda olması sebebiyle içinde su ve balıklar olmasa da sarnıç hala tüm güzelliğini koruyor.

Kahvaltıdan sonraki ilk durağımız olmasını planladığımız birinci tepeye doğru, Gülhane Parkı'nın üst girişinde yer alan; ama birçok kişinin dikkatini çekmeyen küçük yokuştan tırmanarak, Arkeoloji Müzesi ve Darphane-I Amire binalarının arasından harekete geçtik. Arada kaldığı için tenha olan ve çok tercih edilmeyen bu yokuşun sonu, doğrudan Topkapı Sarayı'nın birinci avlusuna çıktığı için gizli bir geçidi andırır bana hep. Kısa bir çevre incelemesinden sonra, Aya İrini'ye dışardan selam vererek, Ayasofya'ya doğru yürümeye başladık. Kapı girişindeki yoğun kalabalığı görünce, ara yoldan gelmekle doğru bir karar verdiğimizi ve zaman kazandığımızı anlamış olduk. Kapı çıkışında sol tarafta tüm zarafetiyle III. Ahmet Çeşmesi, sağ tarafta ise tüm ihtişamıyla Ayasofya karşıladı bizi. Ayasofya girişindeki bilet kuyruğunda kısa bir süre bekledikten sonra nihayet Ayasofya’nın içindeydik. Yüksek kubbeyi, devasa sütunları, 7,5 metrelik hat levhalarını görüp de etkilenmemek elde değil. Her gidişimde farklı bir yanını keşfettiğim ve daha da etkilendiğim bu kadim yapı içinde yaklaşık 1 saatlik gezintiden sonra kendimizi şimdiki adıyla Sultan Ahmet Meydanı, tarihteki adıyla At Meydanı'na attık. Bizans Dönemi'ndeki hipodromun üzerinde olduğumuzu hayal ederek, meydan üzerinde yer alan Alman Çeşmesi, Dikilitaş, Yılanlı Sütun ve Örme Sütunun etrafından dönerek meydanı turladık.

Sarnıç turundan sonra tarihi Mese Yolu, Osmanlı Dönemindeki ve hala kullanın adı olan Divan yolu üzerinden ikinci tepe olan Çemberlitaş'a doğru tırmanmaya başladık. Kim bilir daha önce kimler yürüdü bu yoldan. İmparatorlar, padişahlar, seyyahlar… Düşünsenize tarihte hayran olduğunuz bir liderin ya da bir sanatçının yürüdüğü yoldan yürüyorsunuz. Bu şekilde düşününce bastığınız her taş daha bir anlamlı hale geliyor.

İkinci tepenin simgesi olan Çemberlitaş'a ulaştıktan sonra, batılı tarzda yapılan ilk cami olan Nuruosmaniye Camisi'nin avlusundan ve Dünya'nın ilk alışveriş merkezi kabul edilen Kapalıçarşı'nın içinden geçerek, İstanbul'da kitap kokusunu en net hissedeceğiniz yerlerin başında gelen Sahaflar Çarşısı'na ulaştık. Gönül isterdi ki uzun uzun kitapları inceleyelim; ama daha üçüncü tepeye bile ulaşamamıştık. Zamanımız kısıtlı olduğu için kitapları arkamızda bırakarak, Beyazıt Meydanı'ndan Süleymaniye Bölgesi'ne doğru yürümeye başladık.

Hiç kuşkusuz manzara bakımından tepelerin en güzeli. Bir de Mimar Sinan'ın kalfalık eserim dediği Süleymaniye Camisi bu tepede olunca, üçüncü tepenin anlamı bambaşka oluyor. İstanbul'da, Haliç’in giriş kısmını ve Boğaziçi'ni aynı anda ve en net görebileceğiniz yer Süleymaniye Camisi'nin arka bahçesidir. Yürümenin de vermiş olduğu yorgunlukla biz de kısa bir manzara molası verdik.

Mola sonrası Süleymaniye Cami'nin içini gezip bir sonraki hedefimiz olan, dördüncü tepeye, yani Fatih bölgesine doğru, tarihi Vefa semtinden ilerlemeye başladık. Yol üzerinde bizi başka bir Mimar Sinan eseri olan Şehzade Cami ve onun yanından uzanarak, üçüncü tepe ve dördüncü tepe arasında su taşınmasını sağlayan, tarihi Valens Su Kemeri selamladı bizleri. Her iki eserin yanından ilerleyerek, yemek molası için sur içinin en eski yerleşim alanlarından biri olan Zeyrek tarafına geçtik. Yediğimiz lezzetli yemek enerjimizi yerine getirmişti. Bir sonraki durağımız şehrin dördüncü tepesi ve ilçeye de adını veren Fatih semti oldu. Şehrin gerçek Fatih’inin huzurundan geçerek, Fatih Camisi çevresini tanıma fırsatı bulduk. Eskiden sur içinin merkezi sayılan bu bölgenin, hala aynı enerjisini ve hareketliliğini koruduğunu hissettik. Tabi ki günün çarşamba olmasının ve İstanbul'un en büyük sokak pazarlarından biri olan 'Çarşamba Pazarı'nın bu bölgede kurulmasının bunda etkisi büyüktü. Pazarın kalabalığı ve satıcı sesleri arasından yürüyerek, Yavuz Selim Cami'sinin bulunduğu bölgeye ulaştık. Sur içindeki en sessiz ve sakin yerlerden biri olan bu tepenin farklı bir havası var. Biraz önce kalabalık ve gürültülü pazarın içinden geçerek o bölgeye ulaşmış olmamız, o kadar yakın iki mesafe arasında kalabalık ve ses bakımından belirgin bir fark olması çok etkileyici. Ayrıca Yavuz Selim Cami’nin diğer selatin camilere göre sade olması, tepeyle uyumlu bir hava yakalamasını sağlıyor. Biz de bu sakin ortamı caminin arka avlusunda yer alan Haliç manzarasına sahip banklarda kısa bir fotoğraf molası vererek değerlendirdik.

Gezimizin sonuna doğru yaklaşırken, son durağımız altıncı tepe olan Edirnekapı olacaktı. Mahalle aralarından, Edirnekapı'ya doğru yürürken birçok eski yapı, sebil, cami gibi tarihi eserin yanından geçtik. Tarihi ‘Yedi Tepeli İstanbul' un en yüksek tepesi olan Edirnekapı'yı, Mimar Sinan başka bir eşsiz eseriyle taçlandırmış. Derler ki, Mihrimah Sultan, Üsküdar Meydanı'nda yer alan ve kendi adını taşıyan camiyi, karanlık bulduğu için Mimar Sinan'a yeni bir cami yaptırmak istediğini söyler. Mimar Sinan da bunun karşılığı olarak en aydınlık camisini yapar; yani Edirnekapı'daki Mihrimah Sultan Cami'ni. Caminin içi çok ferah ve çok aydınlık. Güneşli bir havada kubbeyi çıplak gözle izlemek gerçekten çok zor oluyor. Gezimizin son noktası olan bu caminin içini gezerken, 13 kilometre yürümenin vermiş olduğu yorgunlukla kendimizi caminin halıları üstünde otururken bulduk. Ayrılmadan önce son molamızı da burada vermiş olduk böylece. Bizim için gezi burada bitmişti; ama İstanbul'un keşfedilecek daha pek çok noktası olduğunu o gün daha iyi anlamış olduk.

Gün bitiminde yedi tepeli şehrin altı tepesini aynı gün içerisinde gezmiş olmanın gururu ile eve doğru yürürken yüzümde ister istemez bir tebessüm hissettim, mutluydum.

Zaten İstanbul'un adlarından biri de Der Saadet değil miydi? Yani Mutluluk Kapısı ...


Mesrur YERSEL
Eğitim Uzmanı
Aydınlı Grup İnsan Kaynakları